23 Mart 2012 Cuma

KENT İÇLERİNDE YOK EDİLEN DOĞAL ORTAMLAR!

Avrupa’nın en zengin bitki coğrafyasına sahip olan ülkemizle, İngiltere, İskoçya, İrlanda, Almanya, Fransa vb. gibi ülkeleri karşılaştırdığımız zaman, saydığımız bu ülkelerin koyu yeşil, ülkemizin ise ancak yeşilimsi, hatta sarımsı ve kahverengi olduğunu fark ederiz.

Yemyeşil bir ülke olan İngiltere’de, 1855 çeşit çiçek bulunuyor. Sadece Maraş’ta ise, bu sayı 2.500 ve endemik çiçek sayısı da 500. Türkiye’de, her altı günde bir, yeni bir çiçek keşfediliyor...

Doğu Anadolu’da bulunan 500 çeşit çiçek, dünyanın hiçbir yerinde bulunmayan endemik çiçeklerdir. Munzur, Keşiş Dağları, eşsiz çiçeklerin yaşama alanlarıdır. Kop Dağı, 3 bin metre yükseklikte, 200 çeşit eşsiz çiçeği barındırır. Palandöken Dağlarında karlar eriyince, nadir çiçekler cenneti oluşur. Kuzeydoğu Anadolu’nun 3 bin metrelik dağları, haziran ayında 2 bin çeşit çiçekle bezenir...

Babadağı, dünyada korunması gereken 100 dağ arasındadır. Kaz Dağlarında 900 çeşit bitki bulunur ve bunun 37’si endemiktir. Küre Dağları’nda bulunan Çatak Kanyonu, dünyanın 4. Büyük kanyonudur… Bu anekdotları sayfalar hatta kitaplar dolusu sürdürebiliriz. İşte, tüm bu sahip olduğumuz doğal değerlere, eşsiz bitki, çiçek ve coğrafya güzelliklerine rağmen, Avrupa ülkelerine göre, yeşil değil yeşilimsiyiz!

Çok değil, kısa sayılacak bir zaman önce, Tarabya, Sarıyer, Kilyos arası kesintisiz ormanlarla kaplıydı. Bugün ise bu bölgede her halde 1 kilometre kesintisiz devam eden orman alanı kalmamıştır. Araya ya konut alanları, inşaat sahası ve siteler, ya da dallanıp budaklanarak her yerde boy gösteren asfalt yollar, benzin istasyonları, restaurantlar, çiftlikler, fabrika binaları, vb gibi yeşilden çalan yapılaşmalar sokulmuştur.

Belgrat Ormanları, işte bu araya sokuşturulan beton, asfalt ve çelik malzemeler sayesinde, ancak üçte birlik oranlarda ayakta kalmaya çalışmaktadır.

Nerede güzel bir doğa parçası görsek; ‘’ya burayı da kaybedersek!’’ korkusu sarıyor benliğimizi…

Örneğin, Amasra’nın denize bakan yamaçlarını her baharda yabani susam çiçekleri kaplar. Boztepe’de susamlar mor açar. Babadağı, Soğanlı Çakal Nergisleri gibi 59 çeşit endemik bitkiye ev sahipliği yapar (42’si tehlike altındadır). Abant Gölü’nde, mormenekşe renkli Abant Çiğdemleri göl yamaçlarını süsler. İstanbul’un endemik madımağı, turuncu, beyaz Kalkedon çiğdemleri, Kilyos peygamber dikenleri, İstanbul keteni, alaca sığırkuyruğu gibi ve bitki ve çiçekleri yaşama savaşı vermekte.

Ancak şu bir gerçek ki, ne Amasra’da, Ne İstanbul’da, ne Maraş’ta, ne de yurdun bir başka güzel köşesinde, bu bitkiler ve çiçekler güvencede değiller. Betonlaşma ve konut çılgınlığı, bu eşsiz yabanıl ortamları yaşayamayacağı alanlara doğru sürgün etmektedir.

İstanbul’un endemik madımağı, çiğdemleri, peygamber dikenleri, dağ yıldızı, alaca sığırkuyruğu gibi ve bitki ve çiçekleri, kumsal bitkileri birer birer İstanbulluları terk etmiştir. Gerçekte ise, onları metropolden atan, yok eden İstanbullular olmuştur.

Son yıllarda, ‘YEŞİL ŞEHİRLER’ kavramı dünya ülkelerinin gündeminde önemli bir yere oturmuştur. Bu amaçla, doğayla uyumlu, bitkilerle içi içe, beton, asfalt, çelik ve plastikten uzak kalmaya çabalayan bir ‘kent yaşam alanı konsepti’ oluşturulmaktadır.

Ülkemizde yaşanan ise, bunun tersidir. Tüm illerde, daha önce halkın soluk alabileceği, stresini atabileceği yeşil alan olarak ayrılmış kent içi alanları, ne yazık ki birer birer, kent hemşerilerinin gözlerinin içine baka baka, işin tuhafı, hiçbir tepki, itiraz, memnuniyetsizlik belirtisi dahi almayarak betonlaştırılmaktadır.

Bunun en güzel örneğini, önce ferah yeşil alanlarıyla cazip hale gelen ve daha sonra klasik ‘yok oluş’ öyküsünü yaşamaya başlayan Beylikdüzü, Ataköy gibi beldeler vermektedir. Bu beldelerden Beylikdüzü, son beş senede korkunç bir betonlaşma yaşayarak, gözü dinlendiren, soluk aldıran, havasını temiz kılan yeşil ve boş alanlarını birer birer kaybetmiştir ve kaybetmeye devam etmektedir. Son yapılan işlerden birisi de, sulak alan, bataklık özelliği gösteren, bu habitata uygun her çeşit, saz, kamış, eğrelti otu, atkuyruğu, yabani çiçekler vb gibi bitkileri barındıran, bataklık ve sazlıklara uyumlu canlılara yaşam veren alanlar, ağır iş makineleriyle ve kim bilir hangi garip amaç için yerle bir edilmektedir.

Yerel yöneticilere göre, (uzun yıllar sulak alanlara da aynı gözle bakıldığı gibi) boş ve işe yaramaz alan, kayıp maddi değer, konut yapılacak harika bir parsel olarak görülen ve daha önce yeşil alan olarak ayrılan bölgeler, bir an önce betonlaştırılmalıdır.

Gerçekte ise bu kırlık ve doğal dokular, doğal yaşam bölgelerinden, gezegenimizde denge oluşturan, yaşamamız için gerekli olan alanlardan başka bir şey değildir. Çoğumuzun göremediği, görmeden geçtiği, her baharda yeşererek, boy, renk ve yaşama sevinci veren eşsiz bitkilerle, çiçeklerle, çeşit çeşit böceklerle, kelebeklerle, canlılarla doludur.

Alçak boylu, açık mavi renkli minik çiçekleriyle yavşan otları, macenta renkli çiçekler açan arsız ebegümeciler, toprağı yeşil bir halı gibi saran yoncalar, sarı çiçekli ekşi yoncalar, yaprak yaprak yeşeren yedi damarlı otları, böğürtlen dikenleri, nisanda ortalığa çıkan beyaz, turuncu çiğdemler, mor renkli sümbül çiçekleri, sarı açan mercangüller, beyaz şemsiye çiçekli civan perçemleri, labadalar, kazayakları, ısırganlar, ayrık otları, eğreltiler ve daha nice adı bilinmez bitki ve çiçek barınır bu saklı cennetlerde.

Yeşil alan yaratmak denilince ilk akla gelen, var olan doğal kırların, mikro sulak alan ve bataklıkların kazınıp atılması, kendi halindeki yabanıl ağaçların kesilmesi, beton yollar yapılması, plastik veya demir kent mobilyalarının sağa sola yerleştirilmesi, yeşil alana askeri bir düzen ve disiplin verilmesi, boy atan bitkilerin kesilip biçilerek, çeşitli formlara dönüştürülmesi, yürek sıkıcı, ağacı, çiçeği, bitkisi kokmayan, huzur vermeyen, içi açmayan yapay doğal ortamların oluşturulmasıdır.

Hiç kimsenin, hiçbir yerel yöneticin aklına, kent içindeki, mahalle arasındaki doğal bir ortamı, kendi doğallığında korumak, ağacına, çalısına, dikenine, kamışına, sazlığına, çimenine, çiçeğine bulaşıp karışmamak, boy atan çiçekleri kesip atmamak, sadece ortamı daha da yeşertecek müdahaleyi yapmak, doğal patikalar bırakmak, minik tepecikler ve yamaçlar yaratmak, yoksa minik su gözeleri oluşturmak, varsa var olanı korumak, betonu, asfaltı, şekil verilmiş fabrikasyon taşları, çeliği ve plastiği bu doğal ortamlara bulaştırmamak gelmez!

22 Mart 2012 Perşembe


Cittaslow

İtalyanca Citta (Şehir) ve İngilizce Slow (Yavaş) kelimelerinden oluşan Cittaslow Sakin Şehir anlamında kullanılmaktadır. Cittaslow Ağı, küreselleşmenin şehirlerin dokusunu, sakinlerini ve yaşam tarzını standartlaştırmasını ve yerel özelliklerini ortadan kaldırmasını engellemek için Slow Food hareketinden ortaya çıkmış bir kentler birliğidir. Küreselleşmenin yarattığı homojen mekanlardan biri olmak istemeyen, ye­rel kimliğini ve özelliklerini koruyarak dünya sahnesinde yer almak isteyen kasabaların ve kentlerin katıldığı bir birliktir.

kullanımının dışında başka işlev kazanan şeyler..

GÖÇ
Ayakkabı;yürümek,yol almak...göç etmeye kadar varır.Bu fotoğraf beni çok etkiledi.düşününce bu bir ayakkabı değil bir bot ve bot ayakkabıdan daha güçlü,daha dayanıklı..Aynı zamanda yıpranmış da.Tıpkı bir işçi gibi.İşçi yorulan,çalışan,güçlü olandır fakat yıpranmıştırda.Bunun yanı sıra içine ekilen bibere baktığımda bir alışkanlık,refleks görüyorum.Bu insanın bir üretim alışkanlığı var ve sürdürmeye çalışıyor.
Aynı zamanda bu şehirde yaşayan,iyi durumda olan bir ailenin yaşam standardına ulaşma çabasını da içeriyor

Bu fotoğrafta da alışkanlıklarını daha aza indirmi,ş bir aile gördüm.Yaşadığı yerde yatak ya da oturmak için kullandığı bu divan parçasını başka bir amaca hizmet ettirmiş çit olarak kullanmış.belkide yaşadığın yerin bir parçası olmuş..


gerçek bir tanımını yapmak gerekirse,
Göç;bireyin ya da grupların sembolik veya siyasal sınırlarının ötesine,yeni yerleşim alanlarına toplumlara doğru hareketini içerir.Göçün temel sebebi işsizliktir.Genelde gelişmekte olan ülkelerde görülür.

STUART HALL

Göç,tek yönlü bir yolculuktur.Geri dönülecek bir yuva yoktur.

istanbulda en çok hangi şehirden insan var?

Türkiye genelinde yapılan araştırmaya göre en çok Sivas ilinden en az ise Hakkari'den göç yapılmış.kentte yaşayan Sivas Kastamonu,Sinop,Bayburt,Giresun,Ardahan,ve Erzincanlıların sayısı kendi illerinin nüfusundan daha fazla.
Sivas'tan göç genel olarak ekonomik karakterlidir.il işsizlik nedeniyle aktif iş gücü kapsamında olanlardan genç nüfusu kaybetmektedir.kısaca kent merkezinde yeterince istihdam olanaklarının bulunmaması hem kent hem de kırsal kesimden kademeli göç edenlerin Sivas'ı tercih etmemesi.

Yrd.Doç.Dr. Özand Gönülal

''Sanat kavramı ile göç ilişkisi üzerine düşünceler''
Sanat ve göç insan varlığının yaşamsal süreci içerisinde sürekli var olan olgulardır.Göç olgusu temelinde sosyal bir hareket olmasına karşın ekonomik yaşamda kültüre kadar yaşamın her yönünü etkileyen temel değişim aracıdır.Sanat olgusu ise insan varlığının öznel bir tavrı olmasına karşın o öznel tavrın oluşmasında toplumsal yapının etkisi reddedilemez bir gerçekliktir.Dolayısıyla toplum yapısının biçimlenmesinde etkisi olan göç olgusunun doğrudan ya da dolaylı olarak sanat olgusu üzerinde etkisi söz konusudur.

GÜLSÜN KARAMUSTAFA(1946,Ankara)

Kendisini kıtalar arasında gerilmiş İstanbullu bir sanatçı olarak tanımlayan Karamustafa,kimlik ve kültürel kimlik üzerine çalışmıştır.kimlik meselelerinin gündeme gelişi 1992 İstanbul bienaliyle başladı.bu bienalde sergilenen mystic transport adlı çalışması da kültürel kimliğe dairdir.
MİSTİK NAKLİYE
Bu çalışmasında metal sepetlerin içerisine yerleştirilmiş rengarenk battaniyeler bulunmaktadır.battaniye hem oldukça yerel hem de evrensel çağrışımlar yapan bir nesnedir.aidiyet,yuva ve barınmayı bir yandan da göçebelik kavramına dayanan nesneleri anımsatmaktadır.
bu çalışmayla ilgili Walter Art Center hem varlığı,hem yokluğu,hem hareketi,hemde tuzağa düşmeyi özetlemiştir der.

KENTSEL DÖNÜŞÜM

Kentsel dönüşüm,bozulma ve çökme olan kentsel alanın ekonomik,toplumsal ve çevresel koşullarının kapsamlı ve bütünleşik yaklaşımlarla iyileştirilmesine yönelik uygulanan eylemlerin bütününü ifade eder.
Dönüşüm faaliyet alanı ve dogası gereği mevcut şehrin yapısına ve burada yaşayan insanların fiziksel,sosyal,ekonumik gelecegi üzerine ve buna bağlı olarak da kentin bütün geleneklerine etki ediyor.bu nedenle bütün planlama çalışmalarında sosyologlar,ekonomistler,mimarlar..olmalıdır.

Kentsel Yaşam Cevat Özyurt (makaleden)

20.yy sosyolojisinde kentsel yaşam
Modern kentlerde toplumsallık biçiminin,toplumsal ilişkilerin ve yaşam biçiminin dönüşümü irdelenmektedir.Kentsel yaşamda ahlakın durumu ve toplulukların değişen işlevi temel eksendir.Modernleşmenin sosyolojik açıdan en belirgin özelliklerin den biri sanayileşme ise diğeri kentleşmedir.Kentleşme,bir bakıma sanayileşmenin altyapısını oluşturan bir süreçtir.
Toplum felsefecileri ve sosyologlar,geleneksel toplumlardan modern toplumlara dönüşümü tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş,cemaatten camiye geçiş,basit toplumlarda karmaşık toplumlara geçiş kutsal toplumlardan laik toplumlara geçiş olarak tanımlamışlardır.

Behçet Batur(sosyolog)

Küçükçekmece Belediyesi,Türkiye'nin getirdiği en büyük gecekondu önleme projelerinden biri olan ''ayazma-tepeüstü kent ve yenileme-21.yy kent vizyonu projesinde toki ve b.belediyesi ile ortak çalıştı.proje kapsamında gecekondular yıkıldı 1.5 yılda 2640 sosyal konut tamamlandı ve 1800 aile yeni evine taşındı.

SİMMEL

Alman sosyolog,çalışmalarında toplumsal yapı kavramını sorgulayarak literatüre kazandırmıştır.
Yakın akrabalık ve arkadaşlık ilişkilerinin yanı sıra yeni topluluk biçimlerininde meydana geldiği görülmektedir.''Yeni topluluklar bazen aynı mekanda yaşayan ve benzer kaderi paylaşan,benzer sorunları yaşayan insanların kaynaşmasıyla,örgütlenmesiyle ortaya çıkabilir.
Bu insanlar köken olarak farklı etnik vaya geleneksel topluluklara bağlı olabilir,fakat kaderleri onları biraraya getirmiştir.






KENTSEL DÖNÜŞÜM 2

KENTSEL DÖNÜŞÜM 2
Kent,sosyolojik düzlemde bir sosyal yapı ve ilişkiler ağını temsil eder.kentleşme aynı zamanda kırsal toplumların dönüşümünü de ifade eder.
Günümüz Türkiye'sin de kentleşme olgusunu aynı zamanda toplumsal kontrol kurumları olan aile,din ve devlet bağlamında eve almak istiyorum.
1960 KÖYDEN KENTE GÖÇ
Kentleşme ve Aile
Kentleşme olgusunun günümüz aile yapısıyla çok yakın bir ilişkisi vardır.Kırsal kesimin geniş ve çok fonksiyonlu ailesi,kentleşmeyle birlikte küçülmüştür.Birçok toplumsal fonksiyonu kendine toplamış olan geniş aile üyelerinin davranışlarını kendi sistemi içerisinde düzenler ve denetler.Kentleşme olgusu belkide en kapsamlı ve en köklü aile kurumunu üzerine yapmıştır.Kentsel toplum büyük bir aileyi küçülterek fonksiyonlarını azaltmıştır.Kırsal aileyi hem yerinden etmiştir hem de yapı işlevini yitirmiştir.Kentsel aile bir kimlik ve fonksiyon krizi içerisinde kendini konumlandırma arayışı içerisindedir.Kırsal ailenin ekonomik yaşam faaliyetiyle kent ekonomisi uyumlu olmadığından özellikle göçmen kırsal aileler kentin kendine has ekonomik sistemine uyum sağlamada problemler yaşamaktadırlar.
Kentleşme süreci din kurumunu da önemli ölçüde etkilemiştir.Kırsal kesimlerde din önemli etkisi olan bir kurumdur.Kentsel toplumda dinsel algılama ve yorumlamadaki çeşitlenme dinin ortak bağlayıcı olma özelliğini zayıflatmıştır.






ÖTEKİ

Nedir öteki? Farklı olandır, diye kısaca tanımı yapılabilir.“Öteki” kavramı, kimi analistlere göre 21.yüzyılın ideolojisi olarak adlandırılan multiculturalism-çok kültürlülük tanımının odağında yer almaktadır. Özellikle göçmen alan ülkelerin yarattığı çağın ileri demokrasilerinde çok kültürlülük şöyle tanımlanmaktadır: “Farklılığın yönetimi”.İnanç, dil, ırk, cinsiyet, cinsel tercih ve özürlü olmak farklılık alanları olarak kabul edilmektedir. Yine bu ülkelerde demokrasi de, aynı konsept çerçevesinde tanımlanmaktadır. Siyaset biliminde bile farklı tanımları yapılırken, “çok kültürlülük” gerçeğini kabul etmiş sistemlerde demokrasi, “farklılığın kabulü ve içe sindirilmesi” olarak tanımlanmaktadır.

JEAN PAUL SARTRE'IN VAROLUŞ FELSEFESİNDE ÖTEKİ KAVRAMI

Öteki kıta avrupa felsefesi için çok önemli bir kavramdır.Çünkü yirminci yüzyılın ilk yarısından itibaren sanayi toplumunun aşılmasıyla birlikte ortaya çıkan modern toplumda insan ilişkileri daha çok kıvrımlaşmış ve bu kıvrımlaşmayla birlikte oluşan birey ve öteki arasındaki ilişkinin boyutlarında da bir takım problemler meydana gelmiştir.Bu bağlamda yirminci yüzyılın insan sorununu işleyen filozofları ve felsefeleri de çağın koşulları gereğince bu modern toplumdaki birey ve öteki arasındaki ilişkinin boyutlarını bir problem olarak görmüşler ve bu yüzden bu problemin tarihsel olarak felsefi nedenlerini ve sonuçlarını ele almışlardır.
Modern toplumda bireyler yıgınlaşma içinde kaybolmamak için yalnızlığı ve bireyselliği seçmişlerdir.Fakat her ne kadar bireyselleşme sağlanabilse de bir başkasıyla,öteki ile iletişim kurmamak da bireysel ilişkiler geleneğince olanaksızdır.Bu ilişkide bireyi kendi değerleri ve öteki'nin değerleri arasında bir çatışmaya sürükler.


'Öteki'nin 'öte'sine ve 'beri'sine bakmak

"Öteki"
Doğuculuk/Batıcılık söyleminin yaslandığı "öteki" ve tarihsel dönüşüm kavramsallaştırmaları, aslında onun modernist ideolojik söyleminden çok daha dinamiktir ve çeşitliliğe olanak sağlarlar. Tabii ki söylemin kapatıcılığı ile değil, kuramın içinden okunabilmeleri koşuluyla. Öte yandan her söylem, tanımı gereği homojen, bütüncül ve seçkici olmak durumundadır. Kendine uymayan temsil ve tahayyülleri söylem dışında bırakır. Kendini de zaten salt metinler arasında kurar. Yani dilsel ve simgeseldir. Oysa ötekileşme sürecindeki gerçek tarihsel koşulları ve dönüşümleri iyi anlayabilmek gerekir. Bu amaçla, söylemden çok, gerçekleşebilen ötekini, "berisi" ve "ötesi" ile birlikte iyi çözümleyebilmelidir. Tıpkı salt modernist söylemi çözümleyerek, üstelik Batının akıl yürütmesi ile, Türkiye'nin modernleşmesini doğru kavrayamayacağımız gibi.
Doğuculuk/Batıcılık söylemi, "uygarlığı" (ki bu uygar=modern=Batı olur) kendini ayrıştırdığı Doğu'da değil, Batı'da görür. Bunun için, önce onu idealleştirir ve özselleştirir. Sonra da ancak o tahayyül ile özdeşleşebildiği takdirde kendi özgür bütününün gerçekleşeceğini kurgular. Başka konulardaki, benim de eleştirel görüşlerimi burada özveriyle seslendirmekte olan ("talihsiz"!) İnsel'in yazısı, sonuçta, yazarın kendi niyetine bakmaksızın bu söylemde hapsoluyor. Gizil Doğuculuk/Batıcılık, yani "kraldan çok kralcılık" yapıyor.
AYDAN GÜLERCE.( RADİKAL).





..ve işte sıcak şarap takımı tasarımım.

..ve işte sıcak şarap takımı tasarımım.



kitap notu.

..dünyayı yıkımdan koruyan şey sevgi aktarımıdır.Tarih,kendini ölüme adamış olanlarla sevgiye adamış olanlar arasında gidp gelir..
Parfümün Dansı